Sürekli daha iyisini hedefleyen bir kültürde markalar, işverenler ve
bireyler.
Sonu gelmeyen bir “kendini geliştirme” telaşına ne kadar hazırız? Modern toplum, kapitalizmin etkisiyle hem markalar hem de işverenler aracılığıyla bireyleri sürekli “daha iyi bir versiyon” olmaya teşvik ediyor.

Bu görünürde olumlu çağrı, zamanla bir baskıya dönüşebiliyor. Tüketim kültürü, “daha iyi” olmanın yolunun daha fazla satın almaktan geçtiğini sık sık hatırlatıyor. L’Oréal’in “Çünkü biz buna değeriz” söylemi ya da Nike’ın “Just Do It” ve “Never Done” gibi kampanyaları, motive edici bir tonda seslense de, bireysel gelişimi belirli ürünlere sahip olmakla eşleştiriyor. Sosyal kabul ve değer görme gibi ihtiyaçlar, içsel tatmin yerine materyalist unsurlarla ilişkilendiriliyor. Kurumsal dünyada da benzer bir döngü hakim.
Birkaç ayda bir girilen performans değerlendirme süreçleri ve çalışanlara çizilen kişisel gelişim patikaları sonu gelmeyen bir maratona dönüşebiliyor. Hedef konuyor, başarılıyor, bir sonraki hedefe geçiliyor—ve bu döngü sürekli tekrarlanıyor. Tüm bu süreç, “hedonik koşu bandı” kavramını hatırlatıyor. 1971’de psikologlar Philip Brickman ve Donald T. Campbell tarafından ortaya atılan bu teoriye göre, insanlar olumlu ya da olumsuz değişikliklere adapte olduktan sonra tekrar başlangıçtaki mutluluk seviyelerine dönüyorlar.

Her Zaman Daha Fazlası
Sürekli daha fazlasına ulaşma arzusu, zamanla tatminsizlik ve tükenmişlik gibi duygulara evrilebiliyor. Bu durum bireyselleşmeyi ve narsisistik eğilimleri tetikleyerek, insanların başkalarıyla kurduğu anlamlı ilişkileri ve duyarlılıklarını zayıflatabiliyor. Hayat tarzları ve kişisel tercihler de bu bağlamda şekilleniyor. Böyle bir tabloda, sadece bireylerin değil; toplumun tüm bileşenlerinin —markalar, işverenler, medya— nasıl bir rol oynadığı üzerine düşünmeye değer. Z Jenerasyonu’nun Sorgulayan Tercihleri
EY’ın Z jenerasyonu araştırmasına göre, bu nesil anlam arayışında ve tüketim konusunda daha bilinçli.

Z Jenerasyonu’nun Sorgulayan Tercihleri
EY’ın Z jenerasyonu araştırmasına göre, bu nesil anlam arayışında ve tüketim konusunda daha bilinçli.Değerleriyle uyumlu ürün ve hizmetleri önceliklendiriyor; anlamlı işler ve toplumsal etki yaratabilecek alanlar onları daha fazla cezbediyor.
Bu perspektifle bakıldığında, markaların sadece güçlü sloganlarla değil, söylemlerinin arkasındaki değerlerle de karşılık bulup bulamadıkları sorusu önem kazanıyor.
Örneğin, spor markalarının rekabet ve performans odaklı diline karşı Reebok, “Be More Human” kampanyasıyla dikkat çekmişti. “Daha fazla” değil, “daha insan” olmayı vurgulayan bu yaklaşım; özdeğer, içsel tatmin ve toplumsal faydaya dair başka bir yol açıyor.
Benzer Bir Sorgulama İş Dünyasında Da Yapılabilir Mi?
Z kuşağı, çalıştıkları alanlarda yalnızca bireysel başarı değil, anlamlı katkı ve özgünlük arayışında. Sürekli bir kariyer gelişim patikası çizmek yerine, bireyin kendini gerçekleştirebileceği, sesini duyurabileceği alanlar ne kadar mümkün?
İşverenlerin sunduğu modeller, bireyleri gerçek anlamda besliyor mu? Yoksa onları da “Harder, Better, Faster, Stronger” temposuna mı dahil ediyor? Bu soruların kesin yanıtları belki yok. Ancak bugünün tüketim alışkanlıkları, çalışma modelleri ve iletişim biçimleri yeniden şekillenirken; bireylerin, markaların ve kurumların nereye doğru evrildiği üzerine düşünmek, zamanın ruhunu anlamak açısından önemli. Ve belki de “Harder, Better, Faster, Stronger”, artık sadece Daft Punk’ın efsanevi şarkısı olarak kulaklarımızda kalmalı
